Köy ve Çocuk Köyde anneannem mandayı sağarken yanına giderdim. Beni görünce sağmaya ara verirdi “gel uşağım bakem diye çağırırdı yanına. Dikerdi bakracı kafama sıcacık manda sütünü kana kana içerdim. İçsin uşağımda kafasına kan gitsin derdi. Manda sütü dünyanın en güzel lezzetlerinden bence, içmeye doyamazdım. Akıllı çocuk olacak benim uşağım derdi. Akıllı oldum mu o tartışılır da, bu karşılıksız derin sevgiye layık görüldüğüm için çok şanslıyım çok. Allah mekanını cennet eylesin topal ayağınla 5 çocukla baş etti, uğraştı didindi, bize çok emek verdi. Nurlar içinde yatsın Ayşe annem. Bu fotoğraf beni 45-50 sene geriye en güzel günlerime görürdü. Hey gidi günler hey. Hep derim çocuklar ne yapıp ne etmeli de mutlaka köyde büyümeli. Köyde yetişen çocuklar adeta bir masal dünyasında her renge dokunarak her tonu tanıyarak büyüyorlar, bundan daha güzel ne olabilir ki. Hey gidi günler hey, hey gidi BALKANLAR, hey gidi Deliorman hey. Hey gidi güzel cennet Muratlar Köyüm hey.

Ormanı Yeşili ve Hayatı Çok Özledim Dostlar

Biliyor musunuz dostlar

Ormanı özledim

yeşil yapraklarının hışırtısını

her attığım adımda

yere düşen ümitsiz yaprakların

benimle konuşmasını özeldim

Ağaç kakanın yuvasını yaparken çıkarttığı sesleri

Sincabın benimle saklambaç oynamasını özledim

Sadece sırt çantam çakım ve elimdeki sopayla

Mesela Çatalca’da ormanın kucağında

yürüdükçe şükretmeyi, doğanın kollarına sığınmayı özledim

Sırt çantam demişken

İçinde bir kangal sucuk

bir termos çay,

bir güzellik daha

ama onu şimdi söylemek istemem

Hayal ediyorum

Ormanda saatlerce yürümüşüm

ama hala doyamamış gözüm arkamda kalmış

Sanki yıllar sonra kavuşmuşuz da doyamadan birbirimize

ayrılmışız gibi ormanı ozledim

Kocaman boylu poslu ağaçlar arasında yürürken

Birden kulaklarımda sus sesi yankılanmış

işte bu ,

tam aradığım güzellik demişim.

Sonra doğadan izin alarak

küçük bir ateş yakmışım

Sırt çantamda sucuk var ya

onun hatırına işte ne yapayım

Bir kangalın yarısı bile yeter fazlada gözüm yok

çakım ne güne duruyor

yere yeni düşmüş kırık bir dal bulmuşum

ucunu sivriltmiş sucuğumu dilmişim

közde pişecek ya

acele etmiyorum işte

beklerken boş durur muyum hiç

Açmışım şişeyi mantarı elimde

yosun var mı mantarda diye inceliyorum

Mis gibi kokuyor

Doğa işte

Çok cömert insana

özellikle kırmızı seçmişim

Boğaz kare Öküz gözü karışımı

Neden öyle biliyor musunuz?

Buram buram Anadolu koksun istemişim.

Canım Anadolum

Sırça köşküm, Ata yadigarım

Can yoldaşım.

Açmışım kollarımı yaşıyorum demişim,

Yaşadım diyebilmek için haykırmışım

Sonra elimdekini farketmişim,

bereket, niğmet, servet demişim

Sucuk elimden usulca korların üzerine konuvermiş

ilk yağlar düşüyor közlerin arasına

sessizlik birden sucuk kokusu ile sarmaş dolaş olup

coşuvermiş.

Şişe elimde

bardak kadeh istemem ki

bakın işte burası çok önemli

ilk dalga lezzet geliyor

Önce hafif kızarmak üzere olan sucuktan bir kertik almışım

Evet Elimle , neden şaşırdınız!

Biraz yanıyor elim, çok sıcak,

bende zaten öyle olsun istiyorum

acımdan tadına varılamaz ki!

Bu lanet virüsten önce de öyle yapıyordum ki zaten

Öyle seviyorum demek ki,

Damağım önce sucuğun yağına kavuşuyor

Sonra sarımsak kokusu hafif belli ediyor kendini ,

bende varım diyor,

kimyon karabiber derken dil nasibini alıyor,

Hayat budur dostlar, yaşam budur , güzel olan budur,

İşte şimdi tam zamanı,

Şarap her zaman tamamlayıcı lezzet görevindedir.

O muhteşem sıcak dilim gırtlaktan boğaza doğru ilerliyor

Mavi sularda bir yelkenli gibi enginlere açılır gibi yani

Şarap yelkenleri dolduran yel gibi

İlaç gibi yani,

Damak bu lezzeti biliyorum diyor bir yandan

Bu zevk, bu lezzet bu mucize unutulur mu hiç

Kaydetmiş belleğine

Közde kızarmış sucuk yolculuğunu tamamlayıp

Mideye indiğinde

kendinden emin, korkmuyor

Biliyor arkasından şarap gelecek

İşte o zaman ne olacaksa olacak

Ama mutluluk garanti,

kesin çok güzel olacak

Tam o sırada kapadığım gözlerim yeniden açılıyor

Önce şükretmek geliyor tekrar içimden

Yeşile, doğaya, Sincaba, ekmeğinin peşinde koşturan karıncaya

Ağaçkakana, yuvasında ince hesaplar yapan tilkiye,

Korkudan kalbi tir tir tireyen tavşana,

göldeki balığa, vak vak eden kurbağaya ,

ve en çok da yeniden dalında yeşermeye çalışan yaprağa

Sizi seviyorum diye haykırmak

sımsıkı sarılıp

Biraz içimi temizlemek için

hüngür hüngür ağlamak istiyorum

Acıdan değil, kederden değil, evde tıkılıp kalmaktan değil

Sevinçten belkide,

Belkide acizliğimden

Kim bilir bu güne kadar ki sahte alimliğimden sıkıldığım için

doya doya ağlamak geçiyor içimden,

Mutluluktan sevinçten ağlamak

Kim bilir belki de üzüm gibi ezilmekten

yorulmuşum,

dara düşmüşüm kendi insanlığımın içinde kaybolmuşum.

Çok özlemişim dostlar, canlar, insanlar

Köy çocuğuyum ben,

bildiğiniz etten kemikten

ama önce doğaya, hayvana ve sonra da

bir çok kazıktan ve tecrübeden sonra insana sevdalıyım ben

İyi insana, yürekli vicdanlı olan insana

Cana can katana, sevdalı insana

Bir zavallıyım ben,

Çok özledim dostlarım çok,

Ormanı, yeşili, yaprağı,

sıcak bir çay fincanındaki ilhamı,

şaraptaki endamı, en çok da

yeniden hayata tutunmaya çalışan

yeşeren yaprağı çok özlemişim çok.

Özlemek ne güzel bir niğmet dostlar

Özlemek hasret gidermek ne büyük

ne muhteşem bir servet dostlar

insan hiç kaybetmek istemiyor

neyi mi , yapmayın canlar ,

doğayı, güzeli, huzuru ve sevgiyi

özledim.

Dostlar gerçekten özledim

insan olmayı, yalnız iken bir hiç olduğumuzu

Birlik beraberlik ve dayanışmayı

çok özledim dostlar.

Hmde çok.

Verdikçe var olmayı çok özledim dostlar

Hemde çok.

Cevat Çırak

14.04.2020

İstanbul.

MUCİZE İĞNE

Orak ayı bitmek üzereydi. Bereketli Köstence toprakları bu yıl yağmurların da yardımıyla

çok iyi mahsül vermişlerdi.

Köydeki herkes bereketli bir sezon geçirmesine rağmen nedense bir tedirginlik içerisindeydi.

Romanya devleti de bu günlerde sıkıntılı bir ekonomik buhranın içerisinden geçiyordu.

İkini Dünya savaşı sancılarının başladığı dönemlerdi.

Köstence Dobramin (Valeni Yenisenlia) Yenişenli’de denen bir yerlerde

Balkan gibi bir adam vardı Nazif Recep ağa.

Boyu posu ve cüssesi ile çok uzaktan bile fark edilebiliyordu.

Geçen seneden bu yana tarla ev mahsül çok da umrunda değildi.

Bir yıla yakın bir zamandır istidasının onaylanmasını bekliyordu.

Tarih yaprakları 1937 yılını gösteriyordu.

Romanyanın Köstence Dobramin (Valeni Yenisenlia) Yenişenli’de yaşayan Türklerin

neredeyse tamamında aynı telaş gözleniyordu.

Balkan gibi Nazif Recep ağa etrafına çok belli etmeden kendine kızıyor söylenip duruyordu

Gelmeyecek bu istida, ne yapıp edip bir yolunu bulmalıydım, ama olmayacak galiba diye

telaş ediyor bir an önce haberin gelmesini istiyordu.

Tarlalar toplanmış, tahıllar ambarlara konmuş, yoğun iş dönemi bitmişti.

Aslında tam zamanıydı ama bir türlü muhtarlıktan beklediği haber gelmiyordu.

Nazif Recep ağa her sabah kalktığında biraz daha ümitsizliğe kapılıyordu.

Bu sabahta pek ümitli değildi lakin hayat devam ediyordu.

Çıkıp yüzümü yıkayayım dedi,

Eylül ayının ilk günleri olmasına rağmen hala yaz havası devam ediyordu.

Evet yaza göre biraz daha ılık esiyordu yel ama, en azından terletmiyordu.

Recep ağa bahçedeki pınarın yanına geldiğinde, önce bir kuyunun içine baktı,

Birkaç metre derinde kendi kocaman gövdesinin yansımasını gördü.

İçinden koskocaman adamsın da dedi, bir kağıdı çözemen kaç zamandır.

Sadece tarlada işe yarıyorsun, oysa benim senden beklediğim daha fazlası,

ama beceremiyorsun diyordu.

Aslında Recep ağa kendisine haksızlık ettiğini biliyordu ama Balkan insanları sabırsızdır,

her şey hemen oluversin istedikleri için söylenip duruyordu.

Çok yeşili bol huzurlu bir yerde yaşamasına rağmen son dönemlerde hiç bir şey gözü

görmüyordu.

Saatler günler derken bir hafta daha geçmiş ama, hala beklediği haber gelmemişti.

Kış kapıya dayanmadan biraz odun kırayım dedi.

Baltasını işlikten aldı, keskinliğini kontrol etti.

Biraz bilemek gerekiyor dedi, işliğin kapı girişinde bulunan bileme taşına doğru yöneldi.

Bir elinle taşın çevirme kolunu tutup çeviriyor diğer elinle de baltayı taşa tutuyordu.

Bileme işini özenle yapmaya çalışıyordu, hiç acele etmiyordu.

Balkanlarda yaşayan Türkler her işlerinde zaten çok özenli insanlardı.

Öyle öte beri iş yapmayı kendilerine pek yakıştıramadıklarından dolayı titiz davranıyorlardı.

Kolay gelsin Recep ağa

Ses çok uzaktan gelmiyordu .

Hemen tanıdı, bu komşusu Molla Ahmet ağanın sesi dedi.

Sağol dedi ama kafasını çevirip bakmadı bile, nasıl osla kim olduğunu biliyordu, gerek yoktu.

Ayrıca Ahmet ağa baltayı bilediğini gördüğü için alınıp gücenmezdi.

Ahmet ağa avludan içeri girmiş Recep ağanın dibine kadar sokulmuştu.

Ne selamımı almadın komşu diye çıkıştı.

Recep ağa da kızdı selamını aldım sen duymadın dedi.

Gergin ortam biraz yumuşamıştı ki;

Ahmet ağa sana bir mujdem var dedi,

Recep ağa yine bi terslendi, yapma bana maytap dedi, zaten canım sıkkın.

Ahmet ağa bırak elinden şu baltayı maytap değil dinle beni dedi.

Ben beklediğim istidayı aldım, senin kağıdın da gelmiş muhtar haber vermemi söyledi

deyince Recep ağa sevincinden elinden baltayı fırlatıverdi.

Telaşlandı bir den gene.

ya haber iyi bir haber değilse, ben yanarım dedi.

Ahmet ağa sakin ol muhtar iyi haber olmasa bana komuşuna mujdeyi ver diye

tembihlemezdi dedi.

Recep ağa komşusunu oracıkta bırakarak koştu muhtara.

Hala tedirginliği devam ediyordu.

Muhtarı görünce duraksadı, göz göze geldiler

Muhtar hazır ol çok vaktin yok kara kış gelmeden yola çıkmaya bak dedi.

Balkan gibi dev, Nazif Recep ağa çocuklar gibi sevinerek eve doğru hızlı adımlarla yola

koyuldu.

eve vardığında

Hanımı yemek hazırlıkları telaşındaydı,

Hatun gel buraya, bırak işi gücü beklediğimiz haber geldi dedi.

Çok sevinçliyim, çok mutluyum pek yakında gidiyoruz buralardan dedi.

Hanımı durumu anlamıştı, sevinsin mi üzülsün mü iki arada kaldı

ne yapacağını bilemedi.

Anası babası kardeşleri, bütün ailesi yüzyıllardır bu topraklarda yaşıyordu,

Kolay değildi çocukluğunu geçirdiği toprakları bırakıp arkasından bile bakmadan gitmek.

Recep ağa hatununu teselli etmek için omzuna elini koydu, usulca kısık bir sesle,

üzülme dedi,

benim için kolay mı sanıyorsun, malımızı mülkümüzü, çocukluğumuzu, hayallerimizi

umutlarımızı bırakıp buralardan gitmek.

Ama dedi iç çekerek; artık bu topraklarda bize rahat gün yok,

buralar artık Türk yurdu değil ki!

Görüyorsun başımıza gelenleri, her gün başka kanunlar çıkıyor ve hiç bir şey eskisi gibi

olmayacak, biz artık kalkıp geldiğimiz topraklara, anavatanımıza dönmek zorundayız.

Çocuklarımıza burada bir gelecek yok, ne olacaksa anavatanda olsun.

Hanımı dinledi, neden kocası uzun uzun anlatıyor biliyordu aslında da,

işte kolay değildi, her şeyini bırakıp gitmek.

Gel sen birde benim yaralı yarım kalbime anlat dedi içinden.

Sonra çocuklarını düşündü, beyinin söylediklerini tekrar düşündü,

bir yanda anası, babası kardeşleri, diğer yanda henüz 13 yaşındaki güzeller güzeli kızı

Nevriye geçti gözünün önünden.

Aklı karışır gibi oldu, ama hemen toparladı kendini, ve kararını vermişti

Kızım dedi, her şeyden önce gelir, tamam dedi gidiyoruz, kararım kesin.

Aslında bu kadar düşünmesine bile gerek yoktu, zaten evde bu göç olaydından başka pek bir şey konuşulmuyordu son zamanlarda.

Kolaylı öyle yüzyıllarca yaşadığın ata yadigarı toprakları terk edip gitmek.

Balkan Türklerinin kaderinde mütemadiyen hep bir göçmek vardı.

Koca Recep ağa karsının aklı selim bir karar vereceğini biliyordu zaten,

ama ona da hak vermiyor değildi.

Kolay mıydı asırlarca vatan bildiğin toprakları terk etmek, kolay mıydı binbir zahmetle seni

var eden anayı babayı bırakıp daha önce hiç gidip görmediğin başka bir ülkeye göç etmek.

Recep ağa mezarlıktaki atalarını düşündü bir an, sarsıldı, kötü hissetti,

gözleri dolar gibi oldu.

Ana diye bir ses duyuldu yan odadan,

Karnım acıktı benim diyerek anne babasının odasına girivermişti.

Babasını görünce biraz çekindi, ama nereden bilsindi tam da babasının göz yaşı

dökeceği anda odaya girerek onu kurtaracağını.

Annesi kuzusunu kucakladı hadi bey sende ağızına sabahtan beri bir lokma koymadın

kuralım sofrayı da ben sizi doyurayım dedi.

Mamaliga Romanyanın en ünlü milli yemeği sayılırdı.

Bir koca tepsi mamaliga’yı oturtuverdi sofraya

Kaynar suda pişirilerek üzerine yağ gezdirilen mısır unu yemeği olan mamaliga

aç karınlara öyle bir iyi geldi ki, yarım saatte bir tepsi neredeyse bitmek üzereydi.

Nevriye yemekten sonra annesine yardım etti, annesi henüz ona olan biteni

anlatmamıştı, anlatsa da anlar mıydı ki acaba?

Recep ağa önümde bir ay zaman var dedi,

Aslında çok kısa bir zamandı bu, ama bu yıl içerisinde kalkacak son kafileydi

ne olursa olsun yetişecekti, işi bir sonraki bahara bırakmak istemiyordu.

Zaten bir yıldan fazla bu günü beklememiş miydi, artık ertelemek olmazdı.

Hayvanları zaten azaltmış sadece bir kaç tavuk bırakmıştı.

Tarlada kullandığı iki atı vardı, onları da satmak zor değildi.

Atlar güçlü kuvvetliydi, satmak zor olmayacaktı.

Evi üç dönüm tarla içerisindeydi, ne çok yeni neden çok eski bir ev sayılırdı.

Ama müşteri bulunur muydu kestiremiyordu.

Satılmazsa de amcalarımdan birine bırakır ama gene de yolumdan dönmem,

yola çıktım artık yolcu yolunda gerek dedi içinden.

Evin içindeki eşyalar zaten ancak bir arabaya sığacak kadardı.

Büyükçe bir at arabasına çok elzem olanı, gerekli olanı yükler, yola çıkarız diye düşündü.

Her şey planladığı gibi gitmese bile bir hafta sonra yavaş yavaş işler yoluna girmeye başladı.

Mahalleden bir kaç aile daha onlarla birlikte ata yadigarı topraklardan anavatana göç etmek

için hazılık yapıyordu.

Anlaşıp kamyon tutulacaktı, at arabasıyla zaten kabul edilmiyordu, bu nedenle atları da

elden çıkarttı.

Tarladaki ağaçlarından toplanan meyvelerden yapılan komposto ve reçeller, çok

önemliydi, önce onlar yerleştirildi.

Çapa, kürek, keser, orak, tırpan balta işe yarayacak ne kadar araç gereç varsa tekrar

kullanılacağı için arabaya yüklenmek üzere hazılandı.

Yatak ve yorganlarda sarıldıktan sonra geriye sadece evle birlikte üç dönüm bahçe kaldı.

Recep ağa yok pahasın da olsa evini satmak istiyordu, yolda paraya ihtiyaç olacaktı.

parasız hiç bir şey olmuyordu.

Evet biraz birikmişi vardı ama, yolda neler yaşanacak bilinmediğinden para ciddi bir

ihtiyaçtı.

Aslında evini biraz da aklı geride kalmasın, pişmanlık olursa nasıl olsa evim var deyip

dönmemek için de satmak istiyordu.

Karar vermişti bir kere, yola çıktım artık ölmek var dönmek yoktu.

Oda Balkanlarda yaşayan her Türk gibi ateşten gömleği giymişti çileli sırtına bie kere.

Ne olursa olsun ölmek var dönmek yok diyerek yola koyuldular.

Her ayrılıkta olduğu gibi çok zor saatler ve zamanlar yaşanıyordu.

Eşten, dosttan, yavukludan, anadan babadan ayrılmalar hiçte kolay değildi.

Koca hasta Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, yeni yeni devletler kurulmuş

lakin kaybedilmiş toprakların milli hatıraları kimsesiz sahipsiz kalmıştı.

Yeni Kurulan Türkiye Cumhuriyeti Evlad-ı Fatihanlarına sahip çıkıyordu.

Öyle ayrılık dramları yaşanıyordu ki düşündükçe kahroluyordu insan.

Üzülmemek için kalpsiz vicdanız olmak gerekiyordu

O yüzden Balkanlardan göçün ayrılık bölümlerini anlatmak yerine,

yazan anlatan için askıya almak daha doğru bir karar oluyordu.

Tıka basa ağızına kadar eşya yüklü kamyon Nazif Recep ağa ve ailesini ve diğer göç eden

Türkleri Romanyanın Tuna nehri üzerindeki en büyük limanı olan Köstenceye indirdi.

İkinci Murat Hanla birlikte 1300 lerin başında başlayan Balkanlar macerası. Recep

ağa ve ailesinin geldikleri Anadolu topraklarına geri dönmesi ile adeta bir son buluyor , işler

başladığı yere geri sarılıyor gibiydi.

Eşyalar koca gemiye yüklendikten sonra, son vedaların, ayrılıkların yaşandığı ana geldi sıra.

Bu anları yaşamış bir göçmen çocuğu olarak, hiç yazmak uzun uzun anlatmak istemiyorum.

Benim gibi yaşayanlar beni anlar, okuyucuyu dostlarımızı bu dramatik sahnelerle göz

yaşlarına boğmak istemiyorum.

Geminin koca düdüğü son kez derin dedin öttükten sonra vapur limandan yavaş

haraketlerle demir aldı.

Artık Demir almak zaman gelmişti bu topraklardan

Bu bölümde Üsküplü büyük şair Yahya Kemalin Sessiz Gemi şiirini anmadan edemeyeceğim.

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki,giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

Bu şiirin yazılış amacı aslında çok başka ama

Nedense bu şiiri her okuduğumda ata yurdumu terk edişim gelir aklıma.

Oysa bu şiirin başka bir hikayesi vardır ama, demek ki herkeste farkılı bir etki bırakıyor

Yeni ufuklara doğru yola çıkan dev gemi Tuna nehrinden Karadenize açılacak,

Bulgaristan sularını geçerek otuz saatlik bir yolculuktan sonra Türkiye Cumhuriyetinin

sınırlarına ulaştıktan sonra İğne adada yolculuğuna son verecekti.

Yolculuk sorunsuz başlamıştı, her şey yolunda gidiyordu,

Daha önce hiç deniz görmeyen insanların bir kısmının mideleri kalkıyordu, sürekli kusmak

için güverteye çıkıyorlar yada yakın duruyorlardı.

Çocuklar mutluydular, biraz da tedirgindiler, ama anne babaları yanlarında olduğu için her

zaman kendilerini güvende hissediyorlardı.

Anne babalar ise belirsizlik rüzgarıyla nereden nereye savrulacaklarını düşünmeye

çalışıyorlar fakat bir türlü olacakları kestiremiyorlardı.

Meçhule giden bir gemi kalkmıştı limandan.

Coğrafya kaderdir derler ya hani,

bu öyle bir şey değildi, bu kaderden de öte adı konmayan çok acı hazin bir şeydi

Gemi aşırı yükü ve biraz eski olmasından dolayı yaşlı yorgun bir atın son hamleleri gibi

ağır ağır yol alıyordu.

Yolculuğun yarısından fazlası aşılmış Türkiye kara sularına girmeye yarım gün kalmıştı.

Yolcuların merakları giderilsin diye belli aralıklarla anonslar yapılıyordu.

Fakat bu son yapılan anonsa farklıydı.

Recep ağa duyduklarına herkes gibi inanmak istemiyordu ama anons doğruydu.

Eski gemi aşırı yükten dolayı dipten su almaya başlamış, her geçen saniye suya

gömülmeye başlamıştı.

Kaptanın emri kesindi, yükte ağır ve birinci derece öncelikli olmayan gıda ve giyim

dışındaki yüklerin hepsi denize atılacaktı.

Hızlı haraket edilmesi gerekiyordu, zamanla yarış başlamıştı.

Nazif Recep atalarının mezarlarını, evini, bahçesini, çocukluğunu,

hayallerini kurduğu memleketi mazide bırakmış,

geriye kalan bir kaç kap kacak alet edavatı da anavatan için feda etmek zorunda

kalıyordu.

Vapurdaki erkek yolcuların tamamı sıraya dizilmiş imece usulu depodan çıkan tüm

önceliksiz yükü denizin derinliklerine atmaya başlamışlardı.

Gemi personeli canla başla su alan yerleri tamir etmeye çalışıyordu

Adeta zamanla yarış başlamış olmasına rağmen Karadenizle insanoğlunun savaşının

kazananı henüz belli değildi.

Yaklaşık üç dört saatlik yoğun bir uğraştan sonra yapılan anonsa tehlikenin bertaraf

edildiğini, lakin yolcuların yüklerinin önemli bir kısmının denize bırakıldığı duyuruyordu.

Recep ağa ve diğer Türk yolcuların ateşten günleri daha anavatanTürkiye’ye gelmeden

başlamıştı.

Gemide henüz rahat derin bir nefes alınamamıştı.

Yolcular arasındaki konuşmalardan anlaşıldığı

üzere daha en az iki saat bir yolculuk vardı.

Allahtan dedi Recep ağa, yanındaki sigara içtiği yolcuya, hava güzelde bir de dalgalarla

boğuşmuyoruz, yoksa şu anda denizin dibini boylamıştık.

Korkan yolcular başka bir aksaklık çıkmasın diye neredeyse kendi aralarında konuşmayı

bile kesmişler sadece dua ederek kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.

Sabırsız tez canlı Nazif Recep ağa bir yandan ailesini gözetleyip kontrol ederken bir yandan

da korkusunu ve telaşını bastırmak için biten sigarasını yenisi ile değiştiriyordu.

Saatler sonra nihayet mutlu bir haber verebilmişti geminin kaptanı,

kara görünmüştü, yaklaşık yarım saat sonra İğne ada vapur iskelesine demir atılacaktı.

Yolcular arasındaki sessizlik yerini sevinç çığılıklarına bırakmıştı.

Kadınlar sürekli dua etmeye devam ediyorlardı.

Sonra bir anons duyuldu

Ama bu anons gemiden gelmiyordu,

Konuşan kişi de romence konuşmuyordu.

Türkiye Cumhuriyeti topraklarına, ana vatana hoş geldiniz kardeşlerim anonsu

yankılandıkça sanki kulakların pasını alıyordu.

Kulaklar duyduklarından dolayı bayram ediyordu.

Vapurdaki tüm yolcuların anladığı bir dilde yapılan bu anons, kış gününde içilen sıcak

ıhlamur çayı gibi ısıtmıştı ana vatanlarına kavuşan akıncı boylarının evlatlarını.

Gemi bayram yerine dönmüştü, sevinçten birbirine sarılmalar, şükür duaları yeri göğü

inletiyordu.

İnsan bu eski yorgun gemiden kurtulduklarına mı sevinsinler, ana varana geldikleri için mi

sevinsinler şaşırmışlardı.

Balkan gibi koca Nazif Recep ağa geminin merdivenindeki son basamaktan vatan toprağına

basmadan önce işleri rast gitsin diye sağ ayağı ile toprağa basmıştı.

Gemiden inen herkes toprağa öpüyor, anavatana kavuşmanın sevincine ortak oluyordu.

İyi başlayan yolculuk yolun yarısına gelindiğinde kabüsa dönüşmüştü,

Yarım yamalak bir gemiyle yolculuk edilmişti.

Eşyalar gemiden atılmasaydı belki şu anda denizin dibini boylamış olacaklardı.

Gemi yolcusunu ve yükünü indirdikten sonra boş bir şekilde geri dönmek için yola çıkmaya

hazırlanıyordu.

Bira kaç gün sonra bir haber yayıldı misafir edildikleri kampta.

Nazif Recep Ağa ve diğer yolcu kafilesini getiren gemi Karadenizin hırçın dalgalarıyla baş

edememiş ve mürettebatıyla birlikte batmıştı.

Anlayacağınız göçmen yolcuların verilmiş sadakası vardı, yoksa hepsi anavatanı görmeden

bu dünyadan çoluk çocuk göçüp gidebilirdi.

Görevliler her zamanki telaşla bir an önce gelen kafilenin konaklama yemek işlerini

tamamlamakla mesailerine devam ediyordu.

Nazif Recep ağa ailesi ve gemideki diğer evlad-ı fatihanlar için yepyeni hiç karalanmamış bir

temiz bir sayfa açılıyordu.

Bundan sonra anavatanda yaşanacak tüm acı ve hüzünlü çileler bu yeni defterin sayfalarına

yazılacaktı.

Uzun bir süre bu yeni sayfada tatlı hatıraların olmayacağını neredeyse Türkiye’ye ayak basan

kafilenin tamamı biliyordu.

Recep ağa ve ailesi kafiledeki bir kısım diğer göçmen aile ile birlikte Demirköyde bir süre

misafir edildikten sonra devletin kararı ile Kırklareli nakledildiler.

Her yeni gelen muhacir aile gibi Recep ağa ve ailesi de sıkıntılarla baş etmeye başladılar.

Geçim şartları çok sıkıntılıydı, ekmek arslanın ağızından midesine inmişti.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen bazen güzel haberler de geliyordu.

Nazif Recep ağa Türkiyeye ayak bastıktan bir kaç ay sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhur

Başkanı sayın Mustafa Kemal ATATÜR’ÜN imza ve onayı ile Türk vatandaşlığan kabul

edilmişlerdi.

Bu haber bir yandan büyük bir sevince vesile olmuştu,

oysa bir yandan da acı ilaç gibi tatsız tuzsuz bir şeydi.

Bu insanlar sadece 25 sene önce zaten Türk vatandaşıydılar, ve şimdi tekrar vatandaş

oldukları devlete ikinci kez vatanadaş oluyorlardı.

İkinci dünya savaşına gebe olan Avrupa kıtası ekonomik sıkıntılarla boğuşuyordu.

Türkiye cumhuriyeti ekonomik açıdan sıkıntılı ve fakir bir ülkeydi.

Sağlık sistemi hastalıklarla mücadele etmekte zorluk çekiyordu.

Doktor sayısı yetersiz olmakla birlikte ilaç bulmakta ciddi güçlükler vardı.

Ana vatana gelen muhacirler geçinebilmek için yok pahasına karın

tokluğuna günde ez 12 saat çalışıyorlardı.

Recep ağa ailesine bakmakta zorluk yaşıyor bir an önce Kırklareli’nden başka bir yere

taşınmanın çarelerini arıyordu.

Kırklareli’nde çok göçmen olduğu için ev kiralar fırlamış buna rağmen iş bulmak da çok

zorlaşmıştı.

Nazif Recep ağa Çorluyu duymuş çok beğenmişti.

Belki biraz da kendi memlekine benzeyen küçük sakin bir yerleşim birimi olduğu için

Çorluya yerleşmeyi kafasına koymuştu.

Düşüncelerini ve kararını Eşine anlatırken,

hem Çorlu diyordu sınıra yakın, orada daha mutlu oluruz.

Ama başka bir sebep daha vardı.

İçinden Çorlu sınıra yakın, dolayısı ile memlekete de yakın,

Memlekette malımızı mülkümüzü sattık ama, ne olur ne olmaz, oldu da başaramazsak

dönmek zorunda kalırsak yani,

daha az masraf ederek döneriz diye de düşünüyordu.

Dobramin’den ayrılırken bir daha geri dönmemek için her şeyi satan Balkan gibi adam Nazif

Recep ağa Türkiye’de ki yaşam koşullarını görünce herkes gibi yaptığı planları değiştirmek

zorunda kalmıştı.

Hayat her türlü zorluğa rağmen devam ediyordu.

O dönmede Balkanların farklı köşelerinden tekrar anavatana dönmek için yollara düşen

göçmenler aynı kaderi paylaşıyor ve umduklarını değil buldukları ile idare etmesini

öğreniyorlardı.

Nihayet zor da olsa bir yolunu bulup Kırklareli’nden Çorlu’nun

o zamanki adı Paşalana (Türkgücü) köyüne taşınıp yerleşebildiler

Zorlu muhacirlik sürecinin başladığı 1937 yılından bu yana hiç ara vermeden devam

ediyordu , sıkıntılar, yoklular, geçim derdi, derken şimdi bir göç daha yaşamak zorunda

kalmışlardı.

Nazif Recep ağa sınav üstüne sınav vererek Türkiyede’ki üçüncü yılını tamamlamayı

başarıyordu.

Yıllar su gibi akıp giderken zaman insan ömründen eksiltmesini çok iyi beceriyordu.

Çorlu çok küçük bir yerdi, huzurluydu, sakindi, lakin yokluklar ve imkansızlıklar içerisinde

yeni kurulmuş ülke salgın hastalıklarla da mücadele etmek zorundaydı.

Koca Balkan gibi boylu poslu Nazif Recep ağa o dönem Türkiyeyi kasıp kavuran tifo

hastalığına yakalanmıştı. İmkanlar kısıtlıydı, yaşadığı köyü bırakın Çorluda bile sadece bir

doktor görev yapıyordu. Doktora gitse ilaç ve aşı olmadığından dolayı tedavi olmadan geri

gönderilecekti.

Çok büyük umutlarla Kırklareli’nden beğenerek ve çok isteyerek geldiği Çorlunun Paşalana (

Türkgücü ) köyündeki evinde çaresiz bir şekilde hastalığın pençesine düşmüştü.

Balkan gibi boylu poslu koca Nazif Recep ağa maalesef, yorgun bedenini canıyla birlikte tifo

hastalığına yenik düşerek bu dünyaya veda ediyordu

Çok büyük umutlarla çıktığı zorlu çileli anavatan yolculuğu ata yurdundan ana yurduna

kavuştuktan çok kısa bir süre sonra hazin bir şekilde son buldu.

Muhacirlik denen bu acımasız işkence gibi yolculuk ile ilgili,

neden hep ateşten gömlek derler diye

merak edenlere büyük bir ders oluyordu .

Tam da bu arada yazar olarak anıyı bitirmeden bir not düşmek istiyorum.

Bazen biz planlar yaparken başımıza gelenlerden dersler çıkartmak için yazdığım bu

satırlara sadece Balkanlardan göç eden gençler sorumlu olmasın istiyorum.

Anavatan üzerinde hakkı olan her gencimize ders bırakmak için yazıyorum.

Bu gerçek hayattan alınmış öyküler okunsun ve bu yüce millet bir daha böyle hatalar

yapmasın diye yazıyorum.

Balkanları kaybederken, bizi o dönem yönetenlerin sorumsuzlukları yüzünden Türklerin ilk

toprakları sayılan Balkanları kaybetmenin sonuçları herkes tarafından bilinsin istiyorum.

Balkanlardaki Türkler bu sorumsuz devlet adamlarının hatalarının bedelini hala yaşamaya

devam ediyorlar bilin, bilinsin ve duyulsun istiyorum.

Allah bu yüce millete bir daha böyle acılar yaşatmasın diye tarihe not düşüyorum.

Hadi şimdi öykümüze kaldığımız yerden devam edelim.

Boylu poslu Koca Balkanlı Nazif Recep ağa hakkın rahmetine kavuştuktan sadece bir hafta

sonra 13 yaşında anavatan Türkiyeye ailesi ile ayak basan kızı Nevriye o çaresiz tifo

hastalığının pençesine düşüyor.

Bir kere kara bulutlar dolaşmaya başladı bir müddet gitmez derler ya zaten.

Aynen öyle olmuş.

Başlarındaki koca çınar gitmiş, aile bu sucak kavurucu günlerde gölgesiz ve susuz kalmıştı.

Yaşı 16 ya ermiş büyümüş serpilmiş babasına çekmiş boylu poslu güzeller güzeli Nevriye

ümitsizlik içinde kıvranırken yanında sadece annesini bulabilmiş sadece onun sesini

duyabilmiş.

Zaten başka kimsesi yok ki, görmek istese de görecek kimi varki anasından başka.

Ana gibi yar yok derler ya işte o ana geldik şimdi.

Hadi bu bölümü Çocuklarımıza anlatılacak çok eski masal gibi aktarmaya çalışalım.

Kanlar terler içerisindeki Nevriye annesinin azim dua ve gayreti ile bir at arabasına

yatırılarak köyden çıkartılmış.

Çorluda tek olan doktora annesi tarafında getirilmiş

İkinci dünya savaşının başlamasına ramak kaldığı günlermiş

Zavallı annesi aman doktor kızıma bir çare demeden doktor teşhisi koymuştur.

Allahtan ümidini kesmeyen anacığı zaten babasını bir hafta önce kaybettik, birde kızımı

da kaybedersem yaşayamam, benim kızımı hayata döndür doktor diye yalvarmıştır.

Doktor Tifo hastalığının tedavisini biliyor aslında ama imkanlar kısıtlı.

Bak anneciğim elimde sadece bir tane iğne kaldı, onu yaparım ama devamı en erken üç

gün sonra gelir, biz bunu yapalım gerisi Allah kerim demiş.

Nevriye yatakta kıvranırken annesini almış mı ümitsizlik.

Ne yapsın kadın elde yok avuçta yok, çaresizlik içinde kızına derman aramış,

kocamı kaybettim gül gibi filizimi de kaybedemem bu acılarla yaşayamam,

ne olur doktor derdime bir bir çare diye feryad etmiş

Bu anne perişan, bu anne ümitsiz feryat figan.

Doktor elindeki tek kalan o mucize iğneyi yapmış,

sonra sarmış sarmalamış, ateşini ölçmüş yazmış.

Dönmüş Nevriye!nin annesine

Annem demiş, tek kalan iğneyi yaptım, dilerim mucize olur demiş

sonrada üzülerek devamı gerek demiş.

Maalesef devamı en erken üç gün sonra gelecek.

Sen al şimdi kızını götür eve yatır sar sarmala, dediklerimi unutma harfiyen uygula uygula,

Üç gün sonra tekrar bana gelin.

Çaresiz ve ümitsiz anne Nevriye’si ile birlikte dönmüş köye.

Ümitsiz bir bekleyiş başlamış.

Ama doktorun mucize iğnesini unutmamış

Nevriye sabaha kadar kan kusmuş terlemiş,

Annesi Allah’tan ümit kesilmez diyerek sabahalara kadar dua etmiş.

Konu komşu ümitsizce beklerken Neviye gözlerini açmış iyileşmiş.

Anne bu duruma inanamamış

Tekrar doktora koşmuş

Mucize oldu doktor demiş

Doktor kontrol emtiş hastayı, iyi haberi vermiş.

Başta baba yok, elde yok avuçta yok,

anne ile kızı tutunmuşlar mucizeden sonra yeniden hayata.

Ümit hep olmalı, inanır çalışırsan iyi bir gelecek sana yar.

Anne küçük bir iğne tekrar kızımı hayata bağladı diye sevinirken.

Karanlık bulutlar gitmiş, güneş açmış otalık şenlenmiş

Kızı Nevriye 18 yaşına basıp serpilivermiş

Bir zamanlar Romanya toprağı

şimdi Bulgaristan toprağı olan Dobriçten Türkgücü köyüne

aynı yıllarda göç eden bir ailenin yakışıklı oğlu

delikanlı İsmaile sevdalanıvermiş

Aksilik bu ya İsmailin Askerlik celbi gelmiş.

Öyle derin bir aşkı yarım bırakmak olmaz.

Askere gidince çekilmez bu çile denmiş

Beni başkasına verirler diye

Nevriye İsmaile kaçıvermiş

Tam dolu dolu dört yıl beklemiş

Askerden dönsün diye İsmailini

Bir gün o dönüş günü gelip çatıvermiş

Sonra işler ve her şey çok güzel oluvermiş

hep kötü seyredip gidecek değil ya bu hayat

Önce Serpil, ardından Sermin, daha sonra Nermin

En sonunda da Nevris dünyaya gelivermiş

Romanya’dan gelen kökler

önce pek alışamamışlar eski ana toprağına

sonra kök salmış yeniden sarılıvermişler şanlı ay yıldızlı sancağa

aile büyümüş gelişmiş, peş peşe sıralanmış serpilmiş

Didem, Pelin, Anıl, Işıl, Defne, Ada, Aylin Deniz ve en sonunda Meriç

Bir bir dünyaya gelivermiş.

Kaybedilmiş topraklarımızın kökleri

Aziz hatıralarından yeniden filizlenip yeşerivermiş.

Kıssadan hisse çıkartalım derim ben

Balkanları ve doğduğu Üsküp şehrini çok seven Yahya Kemal

o topraklar resmi vatan toprağı olmaktan çıkınca

bir teselli aramış,

Üsküp şehrini ve Balkanları hayal ederek şiirini şöyle tamamlamış

”Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” demiş

Kimi ne demek istediğini çok iyi anlamış, kimi ise hiç bir şey anlamaya çalışmamış.

Cevat ÇIRAK

04.04.2020

DELİORMAN

 

Ne zaman güneşin akşam vakti gidişine batışına denk gelsem 

Manzaranın büyüsüne kapılır derin ufuklara dalarım

Deliormanda doya doya yaşadığım gün batımları gelir aklıma

Acı ve hasret yakar genzimi, canım yanar, gözlerimi gizlerim.

Islık çalarak mırıldanarak gurbeti ve hasreti yaşamış yorgun yüreğimi serinletirim.

Sırf bu yüzdendir belki kim bilir!

Deliormana hemen yaz gelsin ister ellerimi açar yaradandan dilerim.

Kendim için bir şerh koyarım.

Bende orda olmak kaydı şartı ile diye not düşerim.

Eee nede olsa benim memleketim bilin istedim.

Ne zaman bulunduğum yaşadığım memlekete kar yağsa,

Zaman durur sokağa atarım görmüş geçirmiş dingin bedenimi

Dil’im kurur nefesim daralır, adımlarım sıklaşır, hayallerim depreşir, kuş kanadı misali çırpınmaya çalışır bedenim.

Yüreğim sızlar da.

Mazeretlerim şikayetlerim kıştandır soğuktandır derim.

İşin aslını bir ben bilirim birde beni yurdumdan sevdiğimden edenler bilir.

Karla kaplı caddelerde,

Issız sokaklarda yürür,

Yaşama dört elle sarılır sevda ile düş ile kalın kaplı sabır ile direnirim.

Çok eskidir beyaz karla adı konmamış benzersiz ve nedensiz sohbetlerim

Deliorman’ım düşer gelir konar aklıma

Hezargrad meydanının incisi Pargalı İbrahim Paşa Camisine bakan küçük sıcak bir kafede hayal ederim kendimi.

Keyfe bak sen hele,

Oturmuşum sobaya yakın bir köşe masada

Buğulu camlardan dumanı tüten taze çekilmiş mis kokulu sade türk kahveme yoldaşlık ederim.

İçimden melodisi eşliğnde yana yana türkü söylemeyi geçiririm

Başımı öne eğimem, derdimi kimseye söylemem yaşadğımı birde yaşatanı eniyi yine ben bilirim.

Çok düşünmem utana sıkıla ezberimde olan türkülerime yaslarım derdimi ve kendimi.

Dedimya karla muhabbetlerim de çok olmuştur benim.

Belki o yüzden

Bizim oradaki gibi, günlerce lapa lapa kar yağsın isterim,

Geldiği gibi aynı gün gitmesin en az diz boyu günlerce yağsın isterim.

Hasretle ve hararetle dostlarım

Deliorman da olduğu gibi lapa lapa dolu dolu kar görmek yaşamak çok isterim.

Ne zaman meyve fidanları buram buram çiçek açmaya başlasa

Deliormanın kış uykusundan uyandığı ilk baharlar canlanır gelir aklıma.

Yeşilin uçsuz bucaksız her tonu seriler önüme

Nerde olursam olayım

Demir baba tekkesinin ahşap merdivenlerinde yürür gibi yürürüm yolumu 

Kırmızı, pembe, beyaz kiraz ağaçlarına dokunarak ilerlemek seyre kapılmak isterim uzun köy yollarında.

Ağaçlar kış uykusuna hazırlanır soyunurlar ya hani

Yorgun düşen yapraklar bir bir veda eder ya dalına,

Yollar çil çil yapraklarla saray halısı gibi bezenir ya hani

İçimi hüzün kaplar ayrılıklar gelir aklıma.

Yine boş durmam; Bir Balkan türküsü bulur mırıldanırım derman olurum hak etmediğim açılan yarama.

Gelmesin isterim ama

Deliorman hiç çıkmaz ki, hep gelir durur aklıma.

Dört mevsimini bilir bir mevsimde ben katarım yurduma

Beşinci mevsimi insanıdır memleketimin.

Bal ve kandır yani sırf bu yüzden balkan gibi adamdır memleketim

Biraz vicdan biraz irfan, birazda harman yerinde savrulan insandır benim memleketim.

Eski Koca Balkan boydan boya

Duy işit hasretimin sesimi

Anla biraz yorma beni

Ey en sevdiğim Deliorman yoksa

Kalırım yaya.

Ozan Yunus gibi

Gah eserim yeller gibi,


Gah tozarım yollar gibi,


Gah akarım seller gibi,

Gel gör beni aşk n’eyledi?

Ne yaşarsak yaşayalım,

Nerde yaşarsak yaşayalım,

Vatan haricinde saadet yoktur. 

Bilin İstedim.

Cevat Çırak 

20 .11.2019 

İstanbul