Şu Bulgar’lara Bak…

 

Hazırlıklarımız tamamlanmıştı

Anavatan yolları bizi bekliyordu

Yıllardır hayalini kurduğumuz

Adı anıldığında kalbimizin pırpır ettiği

Türkiye’mize kavuşacağımız saatler yakındı.

Tren sınırdan geçerken büyük ve kalın bir kitabın

sahifeleri adeta kapanıyor, 500 yıllık bir tarih mazi oluyordu.

Osmanlı kuzey akıncıları olan bizlerin ataları, dedeleri,
1354 yılında Çanakkale Gelibolu Üzerinden girdiğimiz Balkanlara

1978 yılının Eylül Ayının 18 günü veda ediyorduk.

Sultan 1 Murad Döneminde Edirnenin fethedilmesinden sonra

Osmanlının Başkenti olan Edirne şehrine heyecanlı

bir yolculuktan sonra nihayet ulaşmıştık.

Serhat şehir Edirne’de 1 gün devlet misafirhanesinde misafir edildik.

Çoçuktum, 13 yaşındaydım, masal gibi günlerden geçiyordum.

Hayatımıda ilk kez bir tabak içerisinde bizlere yemek olarak

sunulan küçük küçük yeşil küçük balık pullarına benzeyen,

bir yemek verdiler, sonradan alıştık, adı mercimekmiş,

soframızdan hiç eksik olmayan bu yemeyi menümüze kattık.

Bir gün sonra eşyalarımız bir kamyona sığdırıldı, yola çıktık.

Padişahlar şehri İstanbul tabelasını geçtiğimizde anladık büyüklüğünü.

Ne kadar küçük bir yerde yaşıyormuşum dedim kendi kendime, korkmuştum.

Beşyüz Evler semtindeki bizim için tutulan kiralık yeni evimize ulaşmıştık.

Dedem, annem, babam, kardeşim ve ben bir de daha önce

Türkiyeye göç etmiş bir kaç akrabamızla hemen eşyalarımızı taşıdık.

Henüz yerleşmedik, her şey çok hızlı gelişiyordu.

Ülkemizi, köyümüzü, hayallerimizi, umutlarımızı, malımızı mülkümüzü

kısacası bugüne kadar biriktirdiklerimizi, mezarlarında bıraktığımız

öksüz kalan cenazelerimizi, boynu bükük terketmek zorunda kalıp
anavatana göç etmiştik.

Nerden bilecektik bu kadar zor olacağını, hiç tahmin etmediğimiz,

hayal edemediğimiz maceralar yaşadık ,ki bizim hiç alışık olmadığımız

bilmediğimiz, akıl edemediğimiz şeylerdi bunlar.

Artık Deliorman eteklerindeki köyümüzde değildik,

Bulgaristan bizim memleketimiz değildi, muhacirdik artık.

Eski Cuma günleri yerine İstanbul Türkiye günleri başlamıştı.

Topu topu üç kısa güne beşyüz yıllık bir geçmişi sığıdırmış,

yeni bir hayata, dünyaya, düzene, kültüre merhaba demiştik.

Hayat tüm güzellik ve çirkinlikleri ile akıp gitmekten vazgeçmiyordu.

Yeni evimizdeki ikinci günümüzde akşam saatlerinde,

evin ekmek alma sorumluluğu bende olduğundan dolayı,

yeni yuvamızın bulunduğu mahallemizdeki bakkala ekmek almaya geldim.

3 gün önce köyümüzdeki magazinden ekmek alan ben, bugün, ilk kez,

ekmeğimizi bakkal dükkanından alacaktım. Bakkala girdim;

-üç ekmek dedim (istedim)

bakkal sahibi önce parayı aldı sonra üstünü çevirdi, saymadan cebime koydum.

bana ekmeğin fiyatını söylemişlerdi ama ben yine de

para üstü ne verirse ona razı olacaktım çünkü yolda öyle karar vermiştim.

Yanımda getirdiğim file şeklindeki torbamı verecektim ki,

bakkal ekmekleri dolabın içinden alıp bir naylon poşete koyup bana uzatıvermişti.

Sevinmiştim ama belli etmedim,

ne güzel artık yanımda torba taşımayacağım dedim içimden.

Bizim köyde herkes torbasını yanından getirmek zorundaydı, magazin bedava poşet vermezdi.

Arkamı döndüm, kapıdan çıkarken bakkal sahibinin, yanındaki arkadaşına;

”Yahu bu Bulgarlar ne akıllı insanlar daha dün geldiler bugün Türkçe konuşuyorlar”

dediğini duymak zorunda kaldım.

Evle bakkal arasındaki beşyüz bilemedin altıyüz metre mesafe
bana kocaman bir asır gibi geldi,

Ne demekti, Şü Bulgarlar?

Ne demekti bir günde Türkçe öğrendiler?

Bu insanlar neden bize böyle davranıyorlardı?

Neden bizi dışlıyorlar, ötekileştiriyorlardı?

Sorular sorular kafamda gidip geliyordu.

Hiç mi tarih bilmiyorlardı?

Bu kadar cahil olmalarını kabul edemiyordum.

Bulgar olsaydık neden Bulgaristanı bırakıp Türkiyeye gelelim ki diyordum, neden?

Yoksa ailem bana ve kardeşime bazı şeyleri doğru anlatmıyor muydu,
biz Türk değil miydik gerçekten.

Evimle bakkal dükkanı arasındaki beş dakikalık mesafede

o kadar çok şey geçirdim ki kafamdan, darmadağın olmuş bir çocuktum artık ben.

Ondokuzuncu yüzyılın başına kadar aynı devletin vatandaşı, insanı olan

bakkal ile ben, şimdi ne olmuştu da ayrışmıştık.

Bizim Balkanlardaki yüzyıllık Türklük, ana dil, din mücadelemiz,

nasıl bilinmez, görmezden gelinirdi ?

Yüzyıllık kimlik dil, din mücadele tarihimizde kaybolan,
sürülen, öldürülen aydınlarımız
neden yok edilmeye, önemli görevlerden alıkonularak hapislerde
çürütülmüşlerdi.

Balkanlardan ana vatana yapılan göçler sırasında ölen iki buçuk milyon
Türk’ün ruhunu sızlatacak böylesine bir bilinçsizlik, cahillik nasıl kabul edilebilirdi?

Bu sorular yumağını uzun yıllar hiç kafamdan silip atamamıştım.

Artık ben ne geldiğim ülkeye ait hissediyordum, nede bulunduğum yeni ülkeye.

Hani bir şeylerin senden eksildiğini bilirsin için acır ya hani,

sen, buna rağmen, yaşama tutunmak zorundasındır, ve tutunursunda bir şekilde,

öyle bir şey işte bu muhacirlik.

Atalarımız boş yere dememişler demekki:

” Muhacirlik Ateşten bir gömlek giymektir” diye.

Bu huzursuzluk, mutsuz eden karışık duygularım bir kaç yılıma mal oldu.

Lise yıllarıma kadar süregelen bu travmalarım okuma öğrenme sevdam sayesinde bir nebze olsun hafiflemişti.

Okumayı hiç bırakmadığım iyi oldu,

yıllar sonra travmalar yaşamış çocuk ruhuma su serpen şu sözleri okuyacaktım.

”Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani “Düşmanla sonuna kadar dövüşenler”. Çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıdır.”

M. Kemal ATATÜRK 17.01.1931

Neden sonra öğrendim ki bana Bulgar diyen bakkalın sahibi de zaten Türk değilmiş.

Analadım ki bizi anlamaları tanımaları kabul etmeleri zaman alacak, bizim de kendimizi yeniden toparlamamız, bu şoklardan arınmamız zaman alacaktı, Ben yıllar sonra, büyüdükten sonra yani Bulgaristan Türkü olmaktan büyük onur ve gurur duydum, kendimle iftihar ettim. Biz kuzey akıncılarının torunlarıyız, çalışkanız, diz çökmeyiz, zorluklar bizi yıldıramaz, ekip biçmeyi de biliriz, söküp takmayı da beceririz çok şükür.

Hiçbir zaman ana yurdumuzda da ata yurdumuzda da devletimize yük olmayız,
Atamız Atatürkün bizi taraf ettiği gibi, kendimizi feda eder, ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenleriz biz. Biz Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıyız.

Yıllar geçti, çalıştım, çalıştık, çalışıyoruz, şükürler olsun yolumuz iyilik, güzellik, aydınlıktır bizim, durmak yok yola devam.

Ne diyor Büyük önderimiz;

”Ne Mutlu Türküm diyene”

Cevat ÇIRAK

cevatcirak.wordpress.com

cirakcevat.blogspot.com

26.02.2016

 

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı

AKARDEON’UM ANILARIM

AKARDEON

Merhaba dostlarım ve okumayı seven arkadaşlarım. Bugün  yeni yılın ikinci günü, ilk ayı yani Ocak ayındayız. Hava mis gibi, güneş her zanki gibi cömert ve karşılıksız ışık ve sevgiyle içimizi ısıtıyor, ne güzel bir gün. Ben önümüzdeki hafta sınavlarım olduğu için , ders çalışma planları yaparken  nedense bu mevsimde mis gibi havayı ve penceremden bana gülümseyen güneşi görünce bıraktım, ders kitabımı oturduğum koltuğumun üzerine usulca koyarak çalışmayı öteledim. Neden bilmiyorum ama, çocukluğumun kırık buruk hatıraları canlanıverdi yüreğimde, ruhumu bir hüzün kapladı, duraksadım ve anılarda gezintiye çıkıtım tarifsiz.

Tam 40 yıl önceydi, yıl 1978, aylardan 18 Eylül,  ailem üzerine ateşten bir gömlek giymiş, varını yoğunu arkasında bırakmış ve anavatan hasreti ile çıkmış belirsiz dertli sıkıntılı bir yola koyulmuştu. Türkiyeye göç ediyorduk, Bulgaristanın Deli Orman bölgesinde bulunan Eski Cuma kasabasının Muratlar köyünden yeni yaptığımız ve içinde sadece beş ay oturduğumuz  evimizi  bedelenin üçte birine satarak bizi Edirneye götürecek trene binmek için Şeytancık kasabasına doğru yoldayız. Zorlu, sıkıntılı dönüşü olmayan , maceralı unutulmaz  bir yolculuktan sonra önce Edirne ve daha sonra Istanbula sağsalim ulaşıyoruz. Akrabalarımızın bizi karşılamasından sonra Gaziosmanpaşa Beşyüzler semtindeki kiralık evimize ulaşıyoruz. İki günde 13 yaşındaki bir çocuğun ruhunun kaldırmayacağı aksiyonla nasıl çarpışmış  baş etmişim tarif edemem size, hala 40 yıl geçmesine rağmen anlayamıyorum. Şimdi biraz hızlanalım, ilk gün evimize yerleşiyoruz, ikinci gün tüm aile fertlerine kardeşim ve yaşlı dedem hariç iş aramaya koyuluyoruz.  Annem Bayrampaşada bir tekstil atölyesinde, Babam çok uzak bir  yermiş İstanbul dışında  Kumburgaz’da bir çiftlikte ve bende oturduğumuz mahallede küçük bir terlik üreten atölyede işe başlıyoruz.  Şimdi diyeceksiniz ki okul işi ne oldu,  okul işi bir gün sonraya kaldı, önce iş konusu  halledildi, ertesi gün mahallemizdeki orta okula kaydım yapıldı. Bulgaristanda altıncı sınıfı bitirmişim 7 sınıfa Türkiyede devam edeceğim. İki okulum arasında 600 km mesafe olmasına rağmen, ülke farklı, dil, farklı, kültür bambaşka bir farklı, tepetaklak olmuşum da ağlayanım yok. Kader bizi kervanına katmış sürüklüyor bir yerlere ama nereye bilen yok. Öyle karışmış ki çocuk kafam, köyümde ki okulda 19 kişilik çok modern sınıflarda eğitim görürken bugün istanbulun Gaziosmanpaşa semtindeki 84 kişilik sınıfındayım. Sabah işe gidiyorum öğlenci olduğum için akşama kadar okula, bu arada akşam da ders çalışmak için zamanımız yok,  eve iş alıyoruz terliklerin ökçelerine deri kaplıyoruz, ek gelir elde etmeye çalışıyoruz. Neden böyle yoğun çalışıyoruz çünkü biz alışık değiliz kirada oturmaya, bir an önce arsa almalıyız ve kendi evimizi inşa etme telaşındayız.  Sadece çalışarak birikecek paraya bu işler olur mu olmaz elbet. Bulgaristan’dan yanımızda getirebildiğimiz ve satılabilecek durumda ne varsa  hafta sonları yakın semt pazarlarında bazen babam, bazen annemle ve bazende ben tek başıma pazarda küçük bir tezgah açarak, şahsi eşyalarımızı satmaya çalışıyoruz. Yazarken bile zorlanıyor insan, ne dertli fırtınalı günlermiş, nasıl katlanmışım, nasıl sakin kalabilmişim, düşünüyorumda hala işin içerisinden çıkamıyorum. Hiç unutamadığım o kadar çok anım varki hangi biri anlatsam. En ağırıma gidenlerden  bir tanesi neydi biliyor musunuz. Kış bitti diyerekten yatarken üzerimize örttüğümüz yüzde yün battaniyelerimiz vardı, onları bana sattırdılar, sonra uzun orta kısa dalga yayın yapan evimizin neşesi bir radyomuz vardı onu da Topkapı pazarında yine ben sattım, ama eve dönerken minibüste gözyaşlarımı içime akıttım, içim parçalandı. Neyse bu bölümde çok kalmayalım, biz yaklaşık bir yıl sonra bir miktar peşin para ve kalanı senetle olmak üzere arsamızı aldık. Nasıl mutluyuz evde bayram havası esiyor, dedem, babam, annem, ben ve kardeşim yer sofrasına oturmuşuz akşam yemeğindeyiz,  Her akşam yediklerimiz nerdeyse hiç değişmediği için belli tarhana çorbası,  turşu, soğan ekmek ve su. Yinede şikayet edemem çok şukur karnımız doymaktaydı,  güzel günlerdi özlüyor insan.  Arsa aldık sevinçliyiz dediysem de , öyle anlatılacak kadar büyük bir yer değildi arsa, toplam 148 metrekare bir yerdi, ama Türkiyede ilk sahip olduğumuz şeydi, fakat gerçekten bizim miydi değilmiydi ondan bile daha emin değildik, çünkü biz hala muhacir kağıdı ile oturuyorduk  anavatanımızda, misafirdik yani. Yarın birileri çıksa hadi gidin dese bizim dediğimiz toprakta , Bulgaristanda bıraktığımız topraklarımız gibi elimizden alınabilir el konulabilirdi. Ama olsun biz arsayı aldığımız gece çok umutlu ve mutluyduk, ilk kez o sofrada iyi ki böyle güzel sıcak yüreklerden oluşan bir ailem var, ne mutlu bize dediğim günlerdi o günler. Bazen düşünüyorum da nasıl katlanmışım nasıl sabır gösterip dayanmışım, hiç kolay değildi, ama ailemizin manevi gücü ve sevgisi ile şu an bile katlanamayacağım işlere imza atmışız, şükürler olsun. Neyse hayat devam ediyor, yaklaşık 6 ay sonraya denk gelen bir tarihte biz evimizin temelini attık ve inşaata başlamış olduk.  Kaynak yetersizliği yüzünden belki biraz ağır ilerliyordu ama her geçen gün taş üstüne taş koyuyorduk. Benim yüküm armıştı, sabahları daha erken kalkarak önce 7 km uzaktaki inşaata gider 8 adet 200 LT kapasiteleri olan inşaat suyu varillerini iki kova ile  500 metre mesafedeki bir komsunun su kuyusundan elle taşırarak dolduruyordum. Dolduruyordum derken yazmak kolay da siz bir de bana sorun, 15 yaşıma merdiven dayamışım,  yüküm belki iki belki beş katı ağır, lakin umut bizi ayakta tutmaya devam ediyor. O yıllar yani 1980 yıllar, zor yıllar Türkiye için, herşey kara borsa, enflasyon üç sıfırlı rakamlar ile anılıyor, akşam yatıyor sabah kalkıyorsun her şeyin fiyatını zamlanmış buluyorsun. Birşeyi almak için kuyruklar var saatlerce sıra bekliyorsun sana sıra gelene kadar mesela tüp kalırsa alıyorsun, kalmadıysa çaresiz boş tüp ile evine dönüyorsun. Boş tüple eve dönmek ne demek günümüzün gençeleri bilemez, o yüzden bu konular ayrıca ele alınıp yazılması gereken konular, üzerinde çok durmayayım, çünkü anlayamazsınız.  Efendim gelelim zurnanın son deliğine, evimiz artık hasırını atma aşamasında, yani evin üstünü betonla kapama aşamasına gelmiş bulunmaktayız, kalıp çakılmış, elektrik ve su ve atık gideri boruları döşenmeye başlanmış demirlerin montajı yapılıyor, ve usta sürekli babamdan çimentonun ne zaman geleceğini  soruyor. Dedim ya size o yıllar enteresan yıllar, zor yıllar, sıkıntılı yıllar diye,  ve beklenen korktuğumuz şey oluyor. Parası ödediğimiz çimento fabrikası grev kararı alıyor, bizim inşaat için sipariş ettiğimiz çimentolar kara borsaya düşüyor,  sadece bir günde birim fiyatlarına  hatırı sayılır oranda zam geliyor. Buraya kadar bir şekilde inşaatı getirmişiz fakat bu zam bizim tüm planlarımızı tepe taklak ederek bizim tüm heyecanımızı alıyor ve yerine verdiği şey üzüntü üzüntü ve yine üzüntü. Eş dostan borç isteyecek durum hiç yok zaten, o yolların hepsi denenmiş ve tüketilmiş. Çimento kara borsa olduğu için senet sepet kabul edilmiyor, tek çare var oda nakit para bulunmamsı gerekiyor. Ama nerden ve  nasıl bulunacak ? İhtiyacımız olan para da öyle çok büyük bir para değil aslında, zaten parasını ödemişiz de grevden dolayı oluşan ekstra farkını bulmamız gerekiyor. Sayılı günler hızla ilerliyor, herkes ,nerden bulunacaksa, bu parayı bulacağız endişe ve düşüncesinde, sürekli bu konuyu konuşuyor. Kolay değil öyle mal mülk sahibi olmak, önce bir feleğin çemberinden geçmeniz gerekiyor. Hiç ama hiç unutmuyorum, Cumartesi günüydü, okuldan gelmiş evimizin balkonunda akordeon sırtımda birşeyler mırıldanmaya çalışıyordum. Daha öğle saatleriydi, evde benden başka kimse yoktu, ben de babam evde olmadığından dolayı rahattım, kendi halimde eğleniyor bir şarkının notalarını bulmaya çalışıyordum. Hava yaz havası, ılık bir rüzgar,  beni  kucaklamaya çalışan fakat balkonun duvarından dolayı bir türlü başaramayan sapsarı bir güneş,  tam bir keyif havasındayım yani. Tüm koşullar çok uygun olunca, notalarda bir neşeli, sanki bir gösteride performans sergileyen sanatçıya yardım edercesine usturuplu ve disiplinli sesler çıkartarak şov yapıyor edasındalar. Önce ihtimal vermedim, lakin ikinci kez balkona girilen kapının açılış sesini duyunca dönüp bakma ihtiyacı hissettim. Aman Allahım dedim babam gelmiş, ama neden erken gelmiş demek geçti içimden. Olanca gür ve öfkeli sesiyle bana bağırmaya başladı.  Sen burda ne yapıyorsun, biz çaresizlikten nelerle uğraşıyoruz sen burda keyif yapıyorsun, başka zaman bulamadında bugünü mü buldun. Bir süre sonra sanırım söylediklerini duymamaya başladım.  Galiba hissettim biliyor musunuz, kötü bir şey olacak gerçekten hissettim. Böyle içim cız etti, sanki içimden birşeyler koptu.  Tüm bu yaşananlar anlık gelişen plansız programsız olaylardı, sanırım bu yüzden travma gibi ağır geldi.  Al akordeonu, kılıfına koy, git Cumartesi pazarına ve onu sat yoksa ev yarım kalacak, evet evet, bu ses babamın sesiydi, zaten başka da bir ses olamazdı, sadece ikimiz oradaydık.  Sadece kısık bir sesle tamam diyebildim. gerisini hiç sormayın hatırlamıyorum. Hiç ihtimal vermediğim şey başıma geldi. Babam en sevdiğimi elimden alıyordu, inanılır gibi değil ama bu bir gerçekti. Fakirlik yoksulluk karşısında çaresiz, kimsesiz hissetiğiniz  oldu hiç bilmiyorum, öyle acı bir duygu ki anlatmaya kelimeler, cümleler satırlar yeterli gelmez. Evden çıkmam pazar yerine ulaşmam saniyeler değil, sanki saliseler içerisinde cereyan etti. Hani derler ya kul sıkışmadan hızır yetişmezmiş diye, gerçekten bu söz damıtılmış denenmiş bir söz . Benim huzur sesli, kırmızı renkli, siyah kayışları ve kocaman valiz çanta kılıfı olan Akardeon’um artık benim değildi, Yeni sahibi benim yaşlarımda bir kız çocuğu karşımda duruyor, mutluluktan parlayan gözleri ile sıkıca babasının elini tuttu, keyfi çok yerinde olarak hadi gidelim baba çok merak ediyorum çalabilecek miyim dedi. Babası en sevdiğimi elimden aldı kayışından tutarak sırtına astı, hafifçe bir sallandı, valiz tam olarak sırtında oturunca gülen yüzlü mutlu kızının elinden tuttu ve pazarın içerisinde kayboldu. Evin tamamlanması için gereken para biraz fazlası ile tedarik edilmiş ev tamamlanmıştı. Küçük mü yada erken yaşta  yetişkin  olmuş  bir çocuğun hayalleri, umutları, mutlulukları bıçak gibi kesilmiş belirsiz bir bahara bırakılmıştı.  Her şeye rağmen hayat devam ediyordu, bu çekilen acılar gelecek güzel keyifli günlerin bedeliydi, ve öyle de oldu. Hiçbir şey için geç değildir, çok yakında emekli olmuş fakat çocukluğunu doya doya yaşayamamış  bu çocuğun yeni bir akardeonu olacak, ve o çocuk kaldığı yerden çocukluğuna devam edecek.  Hiç kimseden hiçbirşeyden şikayet etmeden, hep şükür ederek mutlu edecek ve mutlu olacak. Mutluluk onun da hakkı.

 

Cevat ÇIRAK

02.01.2018

 

Oy Hakkı Kutsaldır

 

Sürekli gittiğim kafede ben de şahit oluyorum bazen. Siyasetten futbola kadar her konuda fikir üreten, vır vır konuşan arkadaşlar görüyorum, dinliyorum tahammül etmeye çalışıyorum. Sohbetlerine dahil oluyorum bazen, bazı fikirlerinin aslında dayanaksız ve kaynaksız olduğunu belge ve kanıtlarımla ortaya koyduğumda, süratlarının nasıl ekşidiğini nasıl da, nerde çıktı bu adam ?gibi bakışlara maruz kalıyorum. Zamanla bu arkadaşlarla aramız bozuluyor ve ilişkimiz başlamadan bitiveriyor. Hatta belli bir zaman sonra arkamdan düşmanca dedikodular duymaya başlıyorum. Kimdir bu arkadaşlar , neden böyle konuşuyorlar, nasıl bu kadar bilgiçlik taslayabiliyorlar diye küçük bir analize koyulduğumuzda ortaya çıkan sonuçlar çok şaşırtıcı olabiliyor. Evet, gerçekten aslında ne kadar sığ bir bilgiyle ahmak kestiklerine inanamıyorum. Bu arkadaşların ortak özellikleri nelerdir diye merak ediyorsununuz değil mi?
Hadi bir göz atalım;
— Sandık yüzü görmemiş insanlar olduklarını görüyorsunuz. Mesala bir partiyi hararetle savunan arkadaşın laf arasında ağızından ben hiç oy kullanmadım itirafını duyabilirisiniz. Örneğin benim müdavimi olduğum kafede abim yaşında bir arkadaş çift ülke vatandaşı olduğu halde her iki ülkede oy kullanmadığını kendi ağızından itiraf etmişti. Am nedense bu çok bilmişliklerine engel konduramıyorlar.
— Bir başka özellikleri bu çok bilen arkadaşların aslında hiç kitap okumadıklarını öğreniyorsunuz, neden okumadıklarını sorduklarında hayat tecrubelerinin onlara yeterli olduğunu savunmaktan geri kalmıyorlar. Oysa bilgi sahibi olmadan söz sahibi olunamayacağını bilmiyorlar. Okusalar daha neler öğrencekler ama gerek duymuyorlar, doğuştan filozof doğuluyor mu ? Okuduğum kadarıyla doğuştan filozof olunmuyor okumadım, duymadım.
— Diğer bir özellikleri de bu arkadaşlar hangi işlere soyunsalar başarılı olamıyorlar. Başarısızlıklarının nedenini sorduğunuzda size onlarca bahane sayabilirler, nedense kendi hatalarından yanlışlarından hiç bahsetmezler, onlar sütten çıkmış ak kaşıktırlar her zaman. Oysa aynaya baksalar ana başarısızlık nedenin ne ve kim olduğunu öğrenme şansları olacak ama bu haklarını kullanmıyorlar.
Bu arkadaşların yukarıda saydıklarımdan daha fazla ortak özellikleri olduğunu biliyorum ve yazabilirim ama sanırım bu kadarı yeterli olacaktır.
Gelelim asıl konuya, düşünmek, düşündüklerimizi konuşmak, tartışmak bunlar doğruyu gerçeği bulmak ve görmek adına gerekli ve olması gereken durumlar, lakin, hangi yöne oy kullanacağımıza karar verdiysek, oy kullanarak bunu kararımızı tescil ettirerek, geçerli kılıyoruz. Uzun tartışma ve araştırmalar sonucunda karar aşamasına gelmediysek artık karar vermek için önümüzde 1 hafta süremiz daha var, lütfen iyi değirlendirelim. Oy hakkımızı kullanmak topraklarımızın ve vatanımızın yaşamasına ve devamına ortak olmak demektir. Lütfen katılımı arttıralım , oyumuzu çöpe atmayalım, ülkemizin geleceği için oyumu kullanalım, değerli kılalım, vatanımızı ve millerimizi yüceltelim. Topraklarımıza sahip çıkalım başka vatanımız yok . Oy hakkı bu yüzden kutsaldır, sorumlu davranalım örnek olalım.

Saygılarımla

Cevat ÇIRAK
Pazar 09.04.2017

Tren Yolculuğu

Tren Yolculuğu

Tren Yolculuğu
Her insan hayal eder ve sonra pek azı hayallerinin peşine düşer, sonra bir çokları dayanamaz ve hayallerini yarı yolda ilk mola verecekleri istasyona gelmeden bırakırlar.
Ben de gezmeyi tozmayi herkes gibi severim. Çünkü benim de hayallerim var.
Ben en çok trenle seyahat etmeyi severim. Uçak çok hızlıdır benim için, daha doğrusu koşturmaya gelmedik bu hayata, anda kalmayı, dünü yarını düşünmeden hayattan keyif almayı bir nebze de olsa bilmeliyiz diye düşünüyorum.
Özel araçla da gezmeyi sevmem hele bir de aracı ben kullanıyorsam önümü görmekten doğanın nimetlerini kaçırmaktan korkarım. Otobüs pek bana hitap etmiyor, güvende hissetmiyorum, çok gürültü kirliliği içerisinde yolculuk ediyorsun, lakin en azından sağını solunu görebiliyorsun, güzellikleri fark edip bakabiliyorsun.
Ben en çok trenle seyahat etmeyi severim. Onlarca nedeni var ama size sadece iki çok özel nedenden bahsedeceğim.
İlk tren yolculuğumu hiç unutamam.
Takvimler 1978 yılının 18 Eylülünü gösterirken, binmiştim ilk kez trene. On üç yaşında bir çocuktum. Bulgaristan’ın Eski Cuma (Targovishte) iline bağlı Dralfa tren istasyonundan anavatana göç etmek ailecek uzun bir yolculuğa yelken açmıştık. Bir yanımız mutluluktan kanat çırpar iken , diğer yanımız kanadı kırılmış bir serçe kadar çaresiz umutsuz ve perişandık.
Evimizi, hem de yeni evimizi, hiç içinde yaşamadan bırakmıştık. Bahçemizi, her gün suladığımız sebzelerimizi meyvelerimizi bir daha hiç sulama ve sevmek şansımız elimizde alınmış, yıllarca işlediğimiz topraklarımızı bir başkasına devretmiştik.
Sadece evimizi bahçemizi topraklarımızı bırakmış olsaydık keşke. Çocukluğumu, hayallerimi, kahkahalarımı, çelikçomak oynadığımız arkadaşlarımızı, cıvıl cıvıl hayat dolu, kahkaha ve neşe dolu yıllarımızı bir daha kavuşamamak üzere bırakmıştık. Kolay değil acısını tarif etmek. Yıllar içerisinde yol aldıkça anlıyorsunuz ağır travmanın etkisini. Sanmayın ki sadece benim için zordu, Bulgaristan dan göç etmek zorunda kalan binlerce insan bu acı anıyı hatırayı hiç unutmaz, unutamaz.
Hani diyorlar ya ‘muhacirlik ateşten gömlek’ diye, bazen ateş ne ki diyorsunuz çok daha ağır, tarif edilmez bir acı deneyim bu. Allah kimseyi muhacir etmesin, bizim yaşadıklarımızı düşmanıma bile yasatmasın yaradan.
Neyse bu anıyı hatırladıkça bu yazı bitmez. Bende kolay kolay kendime gelemem.
Gelelim ikici tren anıma.
Evli bir delikanlıyım. İki kızım var. Biri 8 diğeri 6 yaşında. Asker olmuşum. Kütahya’ya çıkmış acemi birliğim. Türkiye anavatan, görev kutsal. Ama hala tam olarak kendimize gelmiş değiliz. Ekonomik sıkıntılar devam ediyor hala. Acemi birliğine en uygun yolculuk trenle yapılıyor…
Yıl 1992 binmişim bir trene gözüm çocuklarımdan başkasını göremiyor.
Uzun ince bir yola koyuldum. Trenler eski trenler, çok düşük bir hızla seyrediyoruz. Benim etrafa bakacak. Hiç halim yok. Aklımda ailem ve çocukların. Oysa güzel bir hava, güneş pırıl. Hayat sevmeyi sevilmeyi fazlası ile hak ediyor. Ama ben en çok geride bıraktığım kızlarımı ve ailemi düşünüyorum. Kütahya’ya indim hala farkın da değilim. Aklım hep çocuklarımda. Oysa ne telaş ediyorsun mübarek. Çocukların emin ellerde karın, annen baban kardeşim yanlarında ama gel de yaralanmış daha önce derin bir badire atlatmış yüreğime var git anlat. Hiç kolay değil bu ayrılıklar, insanın sevdiğinden ayrılması kadar zor bir şey yok bu dünyada. Askerlik konusunda şanslı olmama rağmen işte böyle duygular yaşatıyor ayrılıklar insana. Altı ay askerlikten sonra kavuşuyorsunuz ya sevdiklerinizle bir daha hiç ayrılmayalım diyorsunuz, bunu diliyorsunuz yaradandan.
Fakat ne hikmetse ben bu yazıyı şu an bir trenin 3 numaralı vagonunun 9 numaralı koltuğundan yazıyorum.
Nereye mi gidiyorum. Bugün büyük torunum Berayımın doğum günü ve ben Edirne treninde Çorlu’ya doğru yol alıyorum. Ata yurdumdan ayrılırken tren anısı , çocuklarımı özlerken tren anısı ve hala mı arkadaş diyorum bazen. Torunlarımı görmek için gene tren yolculuğu. Bu tesadüf olamaz diyorum, evet evet gerçekten bu işte bir hayır var.
Belki bu yüzden trenlere olan sevgim.
Diyeceksiniz ki bu nasıl sevgi böyle.
Ben size söyleyeyim. Cevabı çok basit aslında.
Tren ben yaşadığım sürece kaderimde hep olacak onu anladım ben. Her tren yolculuğu bir hayat dersi bana.
En azından şimdi işler tersine döndü.
Eskiden sevdiklerimden ayrılırken anılar biriktiriyordum simdi ben sevdiklerime torunlarıma kızlarıma gidiyorum. Galiba bu daha güzel hissettiriyor bana.
Her şeye rağmen güzel bakmayı bilmek gerek, umutsuz yaşanmaz ki be ya.
Yapmayın böyle be kızanlar, eha…
Of ki ne off
Çorluya garına yaklaşıyoruz
Ne tren bensiz olabilir
Ne de ben trensiz.
Size bir Orhan Veli şiiriyle görüşmek üzere diyeyim de, inmek için hazırlıklar başlasın.
Tren Sesi
Garibim;
Ne bir güzel var avutacak gönlümü,
Bu şehirde,
Ne de bir tanıdık çehre;
Bir tren sesi duymaya göreyim,
İki gözüm
İki çeşme.
Orhan Veli


Cevat ÇIRAK
19.04.2022
Çorlu Treni
tren #ozlem #sevgi #hasret #seyahat

Ev, Sahibini Bekler Mi?Sahibi evini özler mi?

Ev, Sahibini Bekler Mi?
Sahibi evini özler mi?Ev, Sahibini Bekler Mi?
Sahibi evini özler mi?Ev, Sahibini Bekler Mi?
Sahibi evini özler mi?Ev, Sahibini Bekler Mi?
Sahibi evini özler mi?

Bilirsiniz filmlerden
Köpek sahibini tren İstasyonundan işe yolcu eder
Sonra da gardan ayrılmaz
Akşama kadar sahibini dönsün diye bekler
Sahibinin döndüğünü ilk o anlar
Tren raylarının titreşiminden hisseder
Sevdiği insan vagonda bir koltukta yorgun geliyordur
Kavuşma anı yakındır…
Yolcular köpeğin kuyruğunun dans etmesinden
Trenin yaklaşma anını birbirine müjdeler
Trenden inenler yorgunluklarını unutur, sevdiklerine kavuşur
Trene binenler ise sevenlerine kavuşmak için umut tazeler.
Lokmotifin bir an önce sireninin ötmesini, hareket etmesini ister
Evle sahipleri arasında da böyle sağlam bir gönül ilişkisi vardır işte
Ev kime ev sahipliği yapar bilir misiniz?
Bahçesinde koşturan neşeli çocuklara
Mutfağında yemek yapan çocukların sevgili annelerine
Sundurma altında kışlık odunları
Çocukları kışın üşümesin diye istifleyen yürekli babaya
Hürmet ve hizmet eder ev.
Sahipliğin gereğini yakışanını yapar
Sıcak küçük odalarını açar ev
Gerçek sahiplerini bilir o
Çatısını tamir edeni onarını sever
Bahçesini çapalayana sahip çıkar
Penceresinden gelen baharı karşılamaya çalışan
Evin çocuklarına kucak acar ev
Ama bazen Köpekle sahibinin başına gelenlerden
Çok daha ağır ayrılıklar yaşar sahipleri ile yuvaları.
Ev sahipleri evinin içini boşaltmaya başladılar mı!
Evin tadı tuzu kaçar
Anlar ev, yalnız kalacağını, uzun süre yol bekleyeceğini
Hatta bazen öyle uzun sürer ki kavuşmak
Evin gözü yollarda kalır,
mutsuzluğunu boş odalara hapseder
Gözleri hep köşeden çıkıp gelen
insanları ve arabaları hareketleri gözetler
Bazen umutsuzluk öyle ağır basar ki
Sundurmanın direği çatırdar
Bazen portanın küpeştesi gıcırdan
Bazen çatıdaki kiremitler çatlar
Bunlar hep kıyamet alametleridir aslında
Evet evin bazen yeni sahipleri de olur
Onlarda çalışkan insanlardır
Onlarda evi ayakta tutmaya çalışırlar
Lakin evin gönlünde
Geçmişin izleri vardır
Ev deyip geçmeyin
Durur durur gerçek sahibini arar evler
Kolay değildir ayrılıklar hasretlikler
Onca mutlu günün hatırası
Hiç beklemediğiniz bir anda,
Süzülür evin göz pınarlarından
Göz yaşları aktıkça pencere kenarlarından
Sundurmanın anlında ve tavanında ansızın derin çizgiler oluşmaya başlar
İşte böyle gece gündüz umuda tutunur da bekler evler sahibini
Bekledikçe yaş alırlar, yıpranırlar, içleri yel alır
Rutubet kokarlar, sıvaları dökülür yürek yakarlar
Peki evin çok sevgili sahipleri ne durumdadır acaba
Bazen başka bir köye, başka bir şehre ve bazen de daha uzağa…
Başka bir memlekete göç etmek zorunda kalırlar
Kalırlar kalmasına da, akılları ve yürekleri bir yere gitmez ki, gidemez ki…
Gönülleri hep o evlerinin bazen bahçesinde
Bazen odasında
Bazen sayvant altında
Bazen de kapının önündeki peykesinde
Bazen kendi aralarında
Bazen çok sevgili komşularıyla
Sohbet ederken bulurlar kendilerini
Aslında artık başka bir memlekettedirler ama
Anıları hep o öksüz bıraktıkları
köydeki küçük şirin köy evlerindedir
Ne zaman bir araya gelmek ve sohbet etmek isteseler
Sanki başka konu yokmuş gibi
Döner dolaşırlar mutlu oldukları evlerinde buluşurlar
Çocuklar en çok ağaçtan topladıkları meyveleri
Çelik çomak oynadıkları günleri
Bir de yaz günleri yüzdükleri
Gölleri ballandıra sallandıra anlatırlar
Ah evin annesi ah
Ya ona ne demeli
Kuzular doyurulacak
Anneleri sağılacak
Alaca ineğin buzağısı
Damdan bahçeye meraya çıkarılacak
Koyunların, keçilerin ve ineğin sütleri kaynatılacak
Bir kısmı ile peynir, bir kısmı ile yoğurt çalınacak
Kalanı da mandıraya vermek için ayrılacak.
Evin babası mı ne yapacak
Soru mu bu şimdi
Süt Mandıraya gidecek
Ekinler biçilecek
Yasaktaki yonca çevrilecek
Bağ ve fidanlar budanacak
Eşek koşulacak
Koruya kışlık oduna gidilecek
Çobanla konuşulacak
Kuzular sürüye katılacak
Baba başını kaşıyacak bir dakika
Vakit arayacak ama bulamayacak.
Ev dediğin böyle cıvıltılı olacak
Sobanın altında uyuyan kedisi olacak
Bahçede bir koruyucu köpeği
Yumurtlayan tavukları olacak
Burkanlar (kavanoz) yıkanırken
Kazanda salça (lütenitsa) kaynayacak
Ağda (pekmez) yapmak için pancarlar yıkanacak
Ev boş durmayacak
sahiplerine kucak açacak
Sahipleri evlerine bakacak, hakkını verecek
Şenlenecek ortalık
Radyoda Kadriye Latifova, Osman Asiz türküleri çalacak
Kocaba evin eşeğini bağladığı elma ağcının altına
bakraçla taşıdığı suyla sulayacak
Aş şöle ba, ne bu yalnızlık böyle
Hem ev yaşadığını anlayacak
Hem de akşam hep beraber komşularla
Koyu bir sohbet başlayacak
Televizyada haberler dinlenecek
Muhacirlik olacak mı diye duyulmayınca
Azcık sesi fazla açılacak
Sonra belki kino (film) bakılacak
Evin babası akşam yatmadan
Perdeyi kapatmadan
Bahçeyi suladığı markucu
Toplamayı unuttuğunu görecek
Ama sabah toplarım diye erkenden yatacak
Sabah ilk iş markucu toplayıp sayvant altın da ki yerine asacak.
Ev dediğin böyle şen şakrak olacak
Evin sahipleri başka bir ülkede
Ev kendi başına boş bir bahçede olmayacak
Bir daha kimse evini öksüz yalnız bırakmak zorunda kalmayacak
Evin sahiplerini yerinden yurdundan kimse koparmayacak
Siyaset hükümet sorumlu davranacak
Devletin başı ayrım zülüm yapmayacak
Hukuk herkese eşit mesafede olacak
Bir daha kimse sevenleri yerinden yurdundan evinden ayırmayacak
Ev güzel köyünde yalnız bırakılmayacak
Gurbette yaşayan ev halkını kimse iki beton arasında tıkmayacak
Evin içi boş durmayacak
Sahiplerini kimse altın kafese sokmaya çalışmayacak
Çocuklar köy hayatından koparılıp
İki apartman arasına mecbur bırakılmayacak
İnsan sevdiğine geç kalmayacak
Çünkü geç kalanların halinden kimse anlamayacak
Bu güzel yetim öksüz eve kimse sahibi kadar yanmayacak
Ben biliyorum
Nasıl köpek sahibini dönene kadar bekleyecek
Ev de sahibini bir gün dönecek diye gözü yollarda bekleyecek
Ev belki gözü yollarda yıkılıp çaresizlikten intihar edecek
Ama hiçbir zaman beklemekten vazgeçmeyecek
Ev sahibi ev sahibi olalı
Ben böyle zülüm görmedim yeter diyerek
Elbet bir gün dünyada en mutlu olduğu yere
Deliorman eteklerindeki Eski Cuma Muratlar Köyüne
Baba yadigarı memleket diyarı mutlu mesut eden yuvasına geri dönüverecek.
Olmaz demeyin, umut besleyin
Tarih tekrardan ibarettir derler
Hayal etmeye devam edin
Bir gün gelecek
Herkes bana hak verecek
O çocuk dediydi ya ba
Eh anasını
Haklı çıktı ya
Vallahi oldu bu iş
Yeniden yuvamıza toprağımıza kavuştuk diyecek
Cevat Çırak
07.04.2022
İstanbul

Fotoğraf : Bulgaristan Eski Cuma Muratlar köyünden bir ev.

Not 1 Lütfen beğendiyseniz paylaşınız.

Not 2 Hayal edeyim dedim kızmayın be ya, ama hayal etmeye devam edin, belli olmaz bu işlerin sonunun nereye varacağı. 🙂

Memleketim de memleket

Memleketimde Memleket

Anadolu’da izim gönlüm
canlarım var
Kalbim ana yurdumun
sınırlarının ötesine
Canım ciğerim
baharım bildiğim
İlk gözümü açtığım
Deliormanda memleketimde
Ne para ne mal ne mülk ne servet
Aklımda hep mutlu
çocukluğumu yarim biraktigim
gençliğimi yaşayamadığım
Can evimden öte bildiğim
Memleketim de memleket

Cennet bahçesinde
Sanki bir başıma
sevgisiz umutsuz
heyecansız bırakilmış
olarak yaşıyorum
Bazen gece, bazen gündüz
şaşkın berduş şu halimle
uçsuz bucaksız bir şimale
durmadan yürüyorum.
Dolup coşup
bazen az da olsa
umutlanıp
o hüsranı
tekrar tekrar yaşıyorum.
Elimde değil,
yetkimde değil,
çözümü bende değil,
onu da biliyorum.
Her şeye rağmen
daima dilimde
Çocuk yaşta
Eksik yarım yetim
öksüz bıraktığım
Doyamadığım
hep özlediğim
Memleketim de memleket.

Ne haldeyim dostlar
görüyorsunuz.
Halın nicedir?
Sağ olun soruyorsunuz.
Hasreti, gurbeti,
yasayıp bilenleriniz
beni çok iyi anlıyorsunuz.
Vazgeçilmezim hasretim.
Parayla pulla ölçülmez servetim
Doyamadığım unutamadığım
Özlemim o benim.
Memleketimde memleket

Ah be canlar
avare bir halde
sık bir orman içinde
koştura kıvrıla
yorulmuşum.
Hasretinle dertlenmiş
kavrulmuş yanmış
havasız susuz
yarım kalmışım.
Sanki bilinmez bir diyara
habersizce bırakılmış
kırık yarım bahtsız
Kimsesiz öksüz
tohum gibi savrulmuşum.
Hasret içinde hasret
gurbet içinde gurbet
Her zaman kalbimde
dilimde o benim
Sevdiğim köyüm
yerim yurdum
hiç unutamadığım
Biriciğim
memleketimde memleket.
Var git sen gerisi hesap et


Cevat ÇIRAK
Istanbul.
19.03.2022

#memleket #deliorman #eskicuma #razgrad #sumnu #buynovo #muratlarköyu #targovishte #bulvaristan #eskibalkan #kocabalkan

Muhacirlik Bu

Muhacirlik bu

Anavatanımda
gurbetteyim.
Gece yatağımda
uykuya yattığımda,
rüyalarımda
memleketteyim.

Bizim
köyde,
aşağı mahallede,
peykede
ihtiyarlarla birlikte
koyu bir
sohbetteyim.

Konu derin,
kafalar karışık.

Kimi üzgün.
Kimi dargın.
Ayriliktan dolayı,
kimi yarım,
kendisi ile
öylesine
bir barışık
bir karışık.

İhtiyarlar dertli;
biri kızım,
diğeri oğlum,
bir başkası
canım
torunum,
diye feryad
ediyor.
Belli ki,
canlarımın
yürekleri yanıyor.

Biri alaca
ineğine,
diğeri
fedakar yaşlı
çalışkan eşeğine,
bir başkası
bahçesindeki
Osmanli çileğine,
yanıp
dertlenip
kahrolup
üzülüyor.

Bu yüzden,
yürekler
harman yeri.
Gözler
uzunca bir
süredir
hep gamli
ve nemli.

Hiç kolay değil,
ayrılık bu,
kahrolası,
kör olası,
yalan,
zalim,
acımasız
muhacirlik
denen
ayrılık.

Ne yerdeyiz,
ne gökte.
sıkışmış,
kırılmış
yikilmışız
bu evrende.

Ne geçmişte,
ne gelecekte.
İki arada
bir derede.
Bilinmez
uzak bir yerde,
hep gurbette
kalmış bir
vaziyette.
Bazen
anavatanda,
bazen,
hep var olası
yar olası
memlekette.

Cevat ÇIRAK
11.03.2022
Istanbul.

muhacirlik #göçmenlik #vatan #memleket #gurbet #gayret #hasret #bulgaristangocmenleri

En kötü şartlar altındayken bile umudunu yitirme.

En kötü şartlar altındayken bile umudunu yitirme.

Bugün Millet ittifakının saat 13.30 daki toplantısı beklerken heyecanlandım ve küçük bahçeme çıkıp kahve eşliğinde bir sigara ile keyifleneyim dedim. Oturdum sandalyeye, hava biraz soğmuş dedim. Sonra bahçeme bakarken bir de ne göreyim; güllerim budanan dallarından filiz vermeye başlamış. Nedense, içimde beliren filizlenen umudun etkisi ile duygularımı yazıya dökmek geliverdi birden. Ve sarıldım digital kalemime

Bahçemde bulunan meyve fidanlarımı ve güllerini her sene yapraksız dalsız bırakıyorum. Hepsi kar gelmeden Kasım ayında soyup karın altında bırakıyorum. İlk bakışta eğer işin sırrını bilmiyorsan, nasıl bir acımasızlık, nasıl bir vicdansızlık gibi görünüyor öyle değil mi? Ama işin aslı başka, hiç bir şey göründüğü gibi değil. Sıkıntı çekenler, acıyı tadanlar, ezilenler suya düşen ilk cemre ile birlikte mucizelere imza atıyorlar.

Ünlü psikolog Prof. Dr. Acar Baltaş
“Çocuklarıma kıyamıyorum” derken, hayat karşısında bağımsız olma ve güçlüklerle mücadele etmek için geliştirmesi gereken donanımdan yoksun bırakıyoruz ve böylece kıyıyoruz.” tespitinde bulunuyor.
Ben değerli hocamın bu sözlerine yürekten katılıyorum.

Bahçem’de yer alan fidanlar benim çocuklarım, ben onlara su , gübre , toprak vermekle birlikte gerekli gördüğüm zaman kıyabiliyorum. Her sene buduyorum ve her sene onlar benim ımutlarımı yeniden yeşertiyor.

Yine hocamızın bir sözü ile devam edelim. “Cevher, baskı altında mücevhere dönüşür” diyor hocamız.

Çocuklarınızı mücevhere dönüştürmek isterseniz, dozunda ve zamanında onlara kıymayı bileceksiniz ki , sizin umutlarınızı hep yeşil tutup bahçenizi renklendirsinler.

Beni yeşitiren büyüklerime şükranlarımla.

Şiirsiz yazı olur mu derseniz olmaz diyemem, lakin ben şiirsiz bitirmek istemem yazımı.

Sen bugünden yarına
Birazcık umut sakla.”

Metin Altıok.

Deli Kızın Türküsü

“Sabahleyin
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Eliniz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim”
Gülten Akın.

Cevat Çırak
28.09.2022
Çok özel bir günün anısına ithafen.

müthişpsikoloji #özgüven #çalışmak #motivasyon #pozitif #psikoloji

geliyorgelmekteolan #umut

Çok Yorgunum

Tarih 1 Temmuz 1957 yılını not etmektedir. Nazım Hikmet Bulgaristan’ın Varna şehrinin güzel ilçesi Balçık’tadır. Doğduğu özlediği topraklara en yakın mesafededir. Canından çok sevdiği biricik oğlu Mehmedini çok özlemiştir Sadece Mehmedini mi ? Vatanını, sevdiği kadını, boğazı, simidi martıları çok özlemiştir. Memleket hasreti özlemi burnunda kokmaktadır. Romanya Kraliçesi Maria’nın meşhur minareli köşkünün bahçesinde oturdugu bir banktan Karadeniz’in coşkulu dalgalarına dakmıştır. Hasretlik Nazımın son dönemlerde hiç kurumayan hep taze yarasıdır. Nazım işte tam o ruh haliyle bu şiiri mırıldanmya başlar ve şiir vücut bulur. Yıllar sonra Cem Karaca da ülkesinden çok uzaktadır, memleket hasreti ile yanıp tutuşmaktadır. Türkiye’ye en yakın yer olan Yunanistanın Kos (İstankoy ) adasından bir adım ötedeki memleketini Bodrum’u seyrederken Nazımın şiiri dilinden dökülmeye başlar, ve bu meşhur şarkı dünyaya ve insanlığa merhaba der… Memleket hasreti vatan hasreti işte böyle bir şeydir. İstıraptır memleketinden uzakta olmak. Özlemek başka bir ifade ile hasretlik, ağırdır yani, çok ağır.
Bir şey daha var tabiği . Ne demişler “Damdan düşenin halini ancak damdan düşen anlar.”

Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın..

#NazımHikmet

🎶 #CemKaraca
📷 Emrah Güney

Türkleri Rengine Göre Ayıklayip Sevmek Nereden Çıktı Yahu.

Türkleri Rengine Göre Ayıklayip Sevmek Nereden Çıktı Yahu.

Vikipedi böyle tarif etmiş Beyaz Türkleri.

Beyaz Türkler, Türkiye’deki şehirli seçkin sınıfı tanımlamak için kullanılan, literatüre Nilüfer Göle tarafından kazandırılmış bir kavramdır. Beyaz Türkler, kendisini ilerici olarak tanımlayan bir kısım asker-sivil bürokratlar ve aydınlardır.

Siyah Türkler
Sayın Erdoğan, “Biz aradan sıyrılan Siyah Türkleriz” demişti. Aradan sıyrılıp “Beyaz Türkler” tabakasına terfi olan “en alttaki “Siyah Türkleri” kast etmişti. “Beyaz Türkler” seviyesine çıkmak ve onlar tarafından kabul görmek kolay değil. Şüphesiz ki, Sayın Erdoğan ve benzeri koşullardan gelip zirveye tırmanabilenlerin hayatı bir “başarı” öyküsüdür.

Mehmet Yuva / Aydınlık Gazetesi

Kaşgarlı Mahmud’a göre :

Kıpçaklar; Mavi gözlü sarışın Türkler,

Türk halklarının katalizör boyu

Valla Ben Kaşgarlı Mahmutun tarifine uyan Turklerdenim aga 🙂

Mavi gözlü Sarışın Türkler hem katalizör sayıldığına göre harman olalım bir olalım diri olalım iri olalım. Bu nedir ya paskayla yumurtası mıyız biz

“Ne Mutlu Türküm diyene” de geç git bak işine be ya…

Renge göre insan mi seçilir sevilirmiş ?
Hadi ordan!

‘Yaradılanı severim, yaradandan ötürü’

Yunusuma Kurban

Türkleri Rengine Göre Ayıklayip Sevmek Nereden Çıktı Yahu.

http://cevatcirak_ceco

Vikipedi böyle tarif etmiş Beyaz Türkleri.

Beyaz Türkler, Türkiye’deki şehirli seçkin sınıfı tanımlamak için kullanılan, literatüre Nilüfer Göle tarafından kazandırılmış bir kavramdır. Beyaz Türkler, kendisini ilerici olarak tanımlayan bir kısım asker-sivil bürokratlar ve aydınlardır.

Siyah Türkler
Sayın Erdoğan, “Biz aradan sıyrılan Siyah Türkleriz” demişti. Aradan sıyrılıp “Beyaz Türkler” tabakasına terfi olan “en alttaki “Siyah Türkleri” kast etmişti. “Beyaz Türkler” seviyesine çıkmak ve onlar tarafından kabul görmek kolay değil. Şüphesiz ki, Sayın Erdoğan ve benzeri koşullardan gelip zirveye tırmanabilenlerin hayatı bir “başarı” öyküsüdür.

Mehmet Yuva / Aydınlık Gazetesi

Kaşgarlı Mahmud’a göre :

Kıpçaklar; Mavi gözlü sarışın Türkler,

Türk halklarının katalizör boyu

Valla Ben Kaşgarlı Mahmutun tarifine uyan Turklerdenim aga 🙂

Mavi gözlü Sarışın Türkler hem katalizör sayıldığına göre harman olalım bir olalım diri olalım iri olalım. Bu nedir ya paskayla yumurtası mıyız biz

“Ne Mutlu Türküm diyene” de geç git bak işine be ya…

Renge göre insan mi seçilir sevilirmiş ?
Hadi ordan!

‘Yaradılanı severim, yaradandan ötürü’

Yunusuma Kurban

Şu Bulgar’lara Bak…

Hazırlıklarımız tamamlanmıştı Anavatan yolları bizi bekliyordu Yıllardır hayalini kurduğumuz Adı anıldığında kalbimizin pırpır ettiği Türkiye’mize kavuşacağımız saatler yakındı. Tren sınırdan geçerken büyük ve kalın bir kitabın sahifeleri adeta kapanıyor, 500 yıllık bir tarih mazi oluyordu. Osmanlı kuzey akıncıları olan bizlerin ataları, dedeleri, 1354 yılında Çanakkale Gelibolu Üzerinden girdiğimiz Balkanlara 1978 yılının Eylül Ayının 18 […]

Şu Bulgar’lara Bak…